YEREL HİKÂYELER| CÜNEYT ÖZYER
Zera
- Büyük Kuşun Hikâyesi


- Ola-ola Zeray gördün ola? Zera… Zera!..
- Ben bişe görmamişım, ola nayın Zerasi itioğlit.
- … Aha aha, gena çıhti… Deha bah deha, görmiyersın. Vay anassıni ço.
- Vay yoluni s… Olaaooooov na boyük Zera!..

Kesiktaş’ın başında oturuyorlardı. Yüzleri vadiye dönüktü. Karaköy’ün üstünü, -Kesan’ın kesme taşlı başı hariç- pamuktan bir derya örtmüştü. Bir derya ki; Kışlaların üstünden yükselip dereleri dolduruyor ve giderek yaklaşıyordu. Şimdi o kayanın başında bir görüntü avcısı olsa kesin aklı giderdi. Koço ve İbo manzaranın farkında bile değildi. Uzakta katman-katman maviden mora-mordan maviye uzanan dağlara bakıyor; inatçı ve iddialı bir bilgelikle birbirlerine, eteklerinde öbeklenmiş köyün hangisi olduğunu bağırıyorlardı. Uçurumun dibi Meriya. Çok belirgin, kuşku yok… Nislata Kayası'nın sol tarafı Sıhızır. Diretmek yok, tamam. Hadi bakalım, sağ tarafı neresi?

- Olaaaaooo… Zera, Zera.

Koço, Büyük Zera’yı tekrar gördü. Sağa doğru alçalarak uzanan Kesan Tepesi’nin üst başında, yakın plândaydı. O beyaz deryanın üstünden hızlı bir süzülüşle uçarak, alt baştan arkasına geçip kayboldu. İbo Zerayı göremeyişine içerleyip tepeye dikkat kesildi. Görene kadar kıpırdamayacak, nefes bile almayacaktı. Tekrar ortaya çıkan Zera, aynı hareketi daha geniş yay çizerek yapınca, İbo’da gördü.

- Vay yolun s… sanın. Olaooo... Ola bu na boyük Zeraydi ço.. Hayde kaçah Koço. Bir daha galursa, vallah tutar boynumuzdan kaldurur bu bizi babam.

- Bahiyerim ki korhtun bişe!

- ...

Sis yükselmiş, Kesiktaş’ın dibine kadar ulaşmıştı.

...

Yastana Vadisi'nin zirveye yakın yerinde, sert eğimli yamaca Japon yapıştırıcı ile tutturulmuş gibi dimdik duran, kare prizma şeklinde bir kayaydı Kesiktaş. Yakından bakınca sanki birileri pikâl (1) taşları üst-üste koyup yükselterek yapmış gibiydi. Tepesine tırmanmayı sağlayan küçük gedikler üst yamaca bakan tarafındaydı. Üç tarafı, bıçakla kesilmiş gibi pürüzsüzdü. Adı da buradan geliyordu. Dibinden dik bir yokuş olarak geçip giden Topatan Yolu, yüzelli metre kadar sonra zirveye ulaşıyor, yaylanın çimeninde belli belirsiz iki tekerlek izi halinde, geniş kıvrımlar çizerek Ardahan'a doğru uzayıp gidiyordu.

Ben size bunlardan söz ederken Kesiktaş'ın dörtte üçü de sis içinde kaldı. Gök masmaviydi. O maviliğin altında, ucu bulutları delmiş kayanın üstünde iki deli oğlan, halâ anlaşılabilir el-kol hareketleriyle Zera'dan söz ediyordu.

- İbo...
- Ey!
- Ola yayladakilar inanur aca biza!
- Niya?
- "Ola heç o kadar böyük Zera olur, yalançi itoğlitlar!" demasalar na olem ben! Görürsun bah!..
- Barabar görmaduh ola!.. Şahadın benım.

Koço İbo'nun ensesine "hadi len, şahitmiş" diye patlatacaktı ki, eğilince eli boşa çıktı. Zirveden vadiye bakan üçüncü göz için halâ masmavi gök altında beyaz bir derya vardı. Kesiktaş'ın başı ile birlikte iki deli oğlan, buz grisi içinde kayboldu.

- Hayde İbo, Zera getti pus galdi.

Kayadan inerken halâ konuşuyorlardı.

- Yaylada ilk Zohre Nene'ya söyliyacam. Diyacam ki "kanatlari beş metro var idi Zohre Nene". O nasıl olsa beşi onbeş edar, yayar yaylaya.
- Ben da Hurmuz Nene'ya derım. Derım ki, "bir alamet bişedur Hurmuz Nene, ham da baş yohari galiyer"... Ela beş dekkeya kalmaz, vallah ta billah Kurbani Dede dahil tomari şaşorti tuyar.

İki deli oğlan, ciğerleri bin heyecan içinde yaylalara geldiler. İki anne koro halinde dedi ki;

- Ola hani tanalar?
- Ana Zera...
- Ola ağzi pohlilar, nayın Zerasi… Tanalar nerda, tanalar?
- En son Kesüktaş’ın dibindaydilar ana. Burunnari bu yaniydi, galullar ana ya!
- Ana biz çoh boyük bir Zera görduh…

Anneler, ellerindeki çalı süpürgesini yaylanın söve taşlarına yaslayıp, eteklerini acele bir hareketle çırparak sırta çıktılar. Peştamal-kuşaklarının bir sağa-bir sola sallanışından ritm tutan adımlarla yürüdü, büyük tuz taşının yanından geçerek vadinin kıyısına kadar geldiler. Baş parmaklarını çene altına dayayıp, diğer dört parmağı ağzlarına kanat yaparak birlikte bağırdılar:

- Puuuuç, puuuç, puç.

Yankı, bir saniye sonra aynen tekrarladı; “Puuuuç, puuuç, puç.”

Danalar yakından gelen sesler verince vadinin yamacında oturup beklemeye çocuklardan ve kocalarından konuşmaya başladılar. Az sonra vadiye paralel hendek boyunca gelen dana kafilesini gördüler. Şaşorti (2) annelerini gören danaların yüzlerindeki telaş dağıldı, sevindiler. Kuntlayıp (3) hızlandılar. Kavuştu sarıldı, koklaştılar. Eksik yoktu. Birlikte yürüdüler. Görüş mesafesi iki metreye kadar düşmüştü.

Havada yumuşak bir serinlik vardı.

...

Koço evde yoktu, biraz sonra geldi; - “Ana Zera görduğ ana” dedi, “çoh böyügidi…” diye de ekledi.

İbo evde yoktu, uzunca bir süre sonra geldi; - “Anaoooo Zera görduğ diyerım ana” dedi, “kanatlari beş metroydi…” diye de ekledi.

Kuşluk vaktiydi. Anaç inekler -patroniçelerine sesle işaret vererek- yaylaların içinden her zamanki heyecanla geçip, gelip avluya girdiler. Anneler inekleri sağdı. Morbetler çiçkarı (4) açar açmaz danalar ineklerin memelerine saldırdı, kalan sütü arada burunlarını vura-vura keyifle emdiler. Anneler süt küleklerini içeri alırken inekler de avludan dışarı çıktı, yattılar. Gelip baş ucuna dikilen danalarının başlarını yaladılar. Bir süre konuştular. Sonra danalar da yattı. Geviş getirdi, dinlendiler.

Anneler, küleklerini süt makinesinin dibine koydu ve çocuklara seslendiler. (Koço’nun annesi ayrı, İbo’nun annesi ayrı…)

- Ocahtaki gügümi alın ve ellarızı yıkayın, hayde, çapuh...

Çocuklar, taş terekteki sabunu ve bakır güğümü alıp dışarıda ellerini yüzlerini yıkadı, geldiler. Annelerinin çıkardığı temiz giysileri giydiler. Biraz sonraki keyifli görevi biliyor ve itirazsız hazırlanıyorlardı. (Telefon selfie yapıp, birbirlerine yollayamadılar. Ama ikisi de her kuşluk vakti aynı anda aynı işi yaptıklarını çok iyi biliyorlardı.)

Süt makinesinin yanındaki kotetaya (5) oturup, ellerini çevirme koluna attı “hazırız anne” der gibi annelerinin yüzüne baktılar. Anneler iki küleğin sütünü makinelerin hazinesine boşalttı ve gözleriyle çocuklara onay verdiler. Çocuklar kolları çevirdiler. Makinenin ince oluğundan çokça süt, kalın oluğundan azca kaymak aktı.

Anneler ilk hazne bitene kadar sütlükten (6) peşhunu (7) alıp sekinin üstüne koydu. Ocaktaki pilekiden (8) pişmiş pağaçayı (9) çıkarıp, hızla el değiştirerek peşhunun üstüne attılar. Çocuklar kolu çevirmeye devam ederken, bir yandan da sıcak ekmeğin sofraya el yanmadan transfer edildiği bu çok özel anne gösterisini hayranlıkla izlediler. Annelerin tekrar sütlüğe gidip bir çinko tabak ve sapı hafif eğrilmiş bir alüminyum kaşıkla geri döndüğünde morbetlerin fena halde acıktığı gözlerinden okunuyordu. Anneler biraz soğumuş pağaçayı önce ikiye, sonra dörde böldü, üç parçasını peştamal bezine sarıp kaldırdılar. Peşhunda bir çeyrek pağaça, bir çinko tabak ve bir de alüminyum kaşık kaldı. Çocuklar kolu çevirmeye devam ettiler. Anneler çinko tabağı kaymak oluğunun altına tuttu, üçte biri dolunca peşhuna koydu, çocukların gözlerinin içine -sevgiyle ve gururla- şöyle baktılar:

- Makinadaki sud bitti mi otur da harfana yap, oldi!.. Sora ikinci makina. Oy adan ölem, kurban olsun anay sana oğulcaaaan.

Koço ve İbo olukların akarı iyice azalınca, anladılar ki haznede süt bitti. “Artık çevirmeye gerek yok” deyip bir sincap çevikliği ile sekiye atladılar. Kâh pağaçadan koca bir lokma koparıp kaymağa banarak, kah o parçayı ağızlarına atıp arkasından bir kaşık kaymak yetiştirerek güzel bir ziyafet çektiler. Sonra kaldırdı başlarını gözleriyle;

“Ana bir tabak daha…” dediler.

Kalan sütü de hazneye doldurmuş olan anneler makinenin kolunu işaret ederek;

“Yoh siza bir tabah daha. Az yeyin, oz yeyın. Hayde bahem, hayde kolun başına.”

İki çocuk ikinci kez makinenin koluna yapıştılar. Çevirdiler, çevirdiler…

Dayanamadı seslendiler…

Koço dedi ki;
- Ana biz İbo'ynan Kesan’nı tepesında bir Zera görduh. Bizim camuşlardan bila boyugidi ana. Vallah ta billah bah. Şavket’ın üstunda uçtiii, uçti kayboldi ana.

İbo dedi ki;
- Ana biz Koço'ynan Kesan’nı tepesında bir Zera görduh. Bizim camuşlardan bila boyugidi ana. Vallah ta billah bah. Şavket’ın üstunda uçtiii, uçti kayboldi ana.

Anaç inekler, vaktin geldiğini anlamıştı… Birbirlerine başlarını ve kulaklarını sallayarak işaretleşti, ayağa kalktı danalarıyla vedalaştılar. Koço ve İbo danaları avluya aldı. Düveler ve tosunlar Çoban Kadir’in sesini duyana kadar isteksizce kıpırdaşarak geviş getirmeye devam ettiler. Çoban Kadir ikinci kez bağırdığında onlar da ayaklandılar. İki dakika daha fazla yatacağım diye Çoban Kadir’den değnek yemenin hiç gereği yoktu. Anaç inekler, tosunlar ve düveler yaş sırasıyla birbirini takip ettiler. Nahır yaylaların ortasında en kalabalık halini aldı ve kuşluk sonrası otlama seansı için yola devam ettiler.

Çoban Kadir bu… Kaçar mı hiç gözünden! Tutuldukları derin ve asi aşkla, her fırsatta birbiriyle cilveleşen Düve Maral ile Tosun Comart’ı bulacağını tahmin ettiği yere doğru yürüdü. Oradaydılar. Şahnali Amcagilin yaylanın ardındaki kayaların arasında… Çoban Kadir’in gelişini ikisi de aynı anda fark etti. “Ne vardı ya! Sadece konuşuyorlardı, o da mı yasaktı?”

- “Zaten otlakta da rahat yok bu lanet heriften. Ne zaman yan-yana gelsek dikip değneğini yanımıza geliyor, ne varsa!.. Pis” dedi Düve Maral.

- “Bir aşk ki bu, uğruna bin değnek yemeğe değer ama kırda olsun bari… Böyle kayalıklar arasında bize yakışmaz” dedi Tosun Comart ve birlikte nahıra doğru yürüdüler.

Sis iyice artmış, hafif rüzgârla birlikte su damlacıkları yüzlerine çarpar olmuştu.

...

- Kız rahat dur soyinacah…

- Anaaa, acişturiyer işta acişturiyer daha!.. Pevaz’dan bir mika tarağ almadın...

Annesi, manda boynuzundan yapılmış beşi kırık, on altı dişli kaba-saba tarakla Mahiten’in rengi mısır püskülü gibi capcanlı ama ovalanmaktan yine mısır püskülü karışmış saçlarını tarıyordu. [ Az önce kapısınının mandalını büküp güya kitlediği, kömzeği de(10) tahta kürekle kapatığı avluda banyo yapmıştı Mahiten. İki güğüm suyu harmutladığı (11) kodluhtan (12) bir tas ile alıp başından aşağı dökerken, söylene-söylene bastırarak orasını-burasını ovalamaktan da geri durmayan annesinin, kendisini “taze feriğim” diye nasıl da sevgiyle büyüttüğünü bilmez miydi hiç!.. Kızmayan, söylenmeyen, arada bir küçük kuru ellerini yumruk yapıp dürtüklemeyen anne mi olurdu! ]

Tarağın kalın dişleri yola-söke ıslak saçlarının arasından geçerken, Mahiten’in yüreği kıpır-kıpırdı. Bir an önce bitsin istiyordu. Ama bu, başındaki acıdan kurtulmak için değil, az sonra Koço’yu göreceği içindi. Annesi elbette farkında değildi. Sorsa belki söylerdi de, şimdi zamanı değildi.

- Kız bir rahat dursana, naya piralandın bahem san? Yerında duramiyersın bişe!..

- Ana tanalar bögüriyer bahsana, çiçkari kıracahlar. Kapandi kaldılar, koyerah ta biraz otlasınnar daha!..

Hey gidi gençliği… O' da öyle değil miydi? Anladı. Ses çıkarmadı. Taradı, taradı indirdi kızının saçlarını. Elini başının üstünden incecik omuzlarına, saçlarının ucuna kadar gezdirdi, şefkatle okşadı kızını. Çekip başını bastırdı göğsüne… Sabun ve Mahiten kokan saçlarını kokladı, öptü.

(Aynı anda Nebahat ile annesinin hallerini de aynı cümlelerle yazsam yeridir.)

İki cimcime eteklerinde birikmiş saçları avuçlayıp ocağa attı, acele yazmalarını aldılar. Bir anda yükselen yanık saç kokusunu kimse duymadu bile. Saçlarını tam ortadan bölmüştü anneleri. Sağ bölüğünü alnına biraz daha fazlaca düşürerek yazmalarını bağladılar. (Bu bölümde hiiiç aceleleri yoktu.) Duvardaki taş terekte metal ayakları üstünde duran değirmi aynaya bakıp, sağ perçemin alınlarına yeteri kadar düşüp düşmediğini kontrol ettiler. Yandan öne getirdikleri örgülü saçlarının ucunda kalan suyu sıkıp süzdürdü, çift düğmeli tokalarını geçirip arkaya attılar. Çorapları renk-renk yatay çizgiler halinde orlondan örülmüştü. Ayaklarında renkli plastikten ayakkabılar vardı... Pembe ve kırmızı. Entarileri al basmadandı. Bellerinde bükülmüş orlon ipten kemerler... Hırkalarınızı sevsinler sizin!.. Göğsü ve bilekleri haroşa desenli anne örgüsü. Daha on bir yaşındaydılar.

Vakit tamam. Kızılcık dalından çubuklarını alıp, danalığın kapısını açtılar. Avluya fırlayan danalarda da, bir heyecan-bir heyecan… Onlara ne oluyorsa, kuntlayıp koşarak çıktı yaylaların ortasında birbirine karıştılar. Beş dana Mahi’nin, dört dana Neboş’un… Kızlar önce birbirlerinin başına baktı, yazmalarını ileri geri çekiştirip ortadan bölük saçlarının sağ perçemini kontrol etti, parmaklarını dilleriyle ıslatıp iki yana doğru perçemlerine sürdü, sürdükçe de gülüştüler.

Danalar yolu biliyordu. Boylarını aşan iri yapraklı otlar arasından yürüyüp çimenliğe çıktılar. Oğlanların sürüsü oradaydı. Başlarında delikanlı duruşlarıyla, Koço, İbo, Muho, Taner, Nihat ve diğerleri…

Hava ılık. Siste musallat bir hareketsizlik var... Hiç kalkacağa benzemiyor.

- Biz çoh böyük Zera görduh.
- Çoh böyügidi çoh… Zera… zer...

“Ho” dedi morbetler… Danalar çim sırtın bitimindeki yolda yürüdüler. Hedef Kesiktaş’ın yamacı. Dereyi geçince yamaca sardı, yayıldı ve hışırtılı soluk alışverişleriyle otlamaya başladılar. Kesiktaş’tan epeyce aşağıda bir düzlük vardı. Bayırdan yuvarlanan taşlar gelip o düzlükte durmuş, grup yapmıştı. Morbet takımı halka şeklinde taşlara oturdular. Mahiten Koço’nun yanını seçti, Nebahat İbo’nun. Şahsenem ve Cemile bir tercih yapmadı, çevresi en boş taşlara oturdular. Az sonra Taner geldi Cemile’nin yanına, Nihat geldi Şahsenem’in yanına oturdu. İki kız eteklerini toparlayıp oturuşlarına çekidüzen verdiler. Yazmalarını ve sağ perçemi daha düşük saçlarını kontrol ettiler.

İbo dedi ki;
- Zera çoh böyügidi…

Koço dedi ki;
- Kesanın Tepesı’ndan bu yani iki defe galdi, uçti, getti.

Taner dedi ki;
- A bu pus kahti mi harfana yapacoh. San da galursun Cemile?

Nihat dedi ki;
- Şahsenem bizim çadi uni bayaz... Sizin sari uninan bir kolopa degişah kız?

Mahiten dedi ki;
- Koço bena da göstarursun o Zeray?

Nebahat dedi ki;
- Ben da, ben da… Ben da görmağ istiyerim o Zeray İbo. Ben zati küçügüni da görmamişım ama… O katın böyük Zera olur heç!

“Tamam” dedi, Koço’yla İbo…

- A bu pus kahsın, gena çıhar alimallah. Bah yan çızmah yoh ama haa!.. Görduh mi bağırıruh, galursuz.

- “Çoh böyüg idi” dedi yine Koço. “Elaaa da gözal uçiyer, ela gözal uçiyerdi ki, yan donanda kanatlari tırpan ağzi kimi parliyerdi. O kanatlar en az on metro varidi, vallah ta billah bah.Bıldırki güzun -tam da lazut seçma zamani- biza hızarcilar galmişti... Bir hafta musafir ettuh. Günuzi tahta biçiyer, geca biz lazut seçarkân onnar da biza hekiyâ ağnadiyerdilar. Bir Cafer Emi var idi. Ela mezakli, ela mezakli hekiyâlar ağnadurdi ki, bir karasında anaynan ablay ela sesinan ağladı. Hekiyanın birında bir Zera varidi… Ortanca oğlaninan sevduği kız binmişlar sırtına oki da, Zera ela ikisıni birdan yedi kat yer altından göga çığartmiş. Kesüktaş’ın başından baharkan dedım ki "keşka ben da, a bu Zera'nın kanatlarının dibına ata binar kimi bina da uçaydım ço..."

- “Beni da terkiyan alursun Koço” dedi Mahiten.

- Heç almam mi, heç almam mi ben sani Mahi… Ama bah belıma ey sarılacan, ona göra ha!.. Zera baş yohari donanda bişe düşarsın-müşarsın da, ben babayan na cuğap verurum sora kız!

- Sarılurum.

Sarılırım derken Mahiten’in gözleri taş dibindeki papatyalardaydı. Sonra kaldırdı başını ve edalı bir gülümsemeyle Nebahat’ın gözlerinin içine baktı. Kıkırdadılar.

İbo hiç altta kalır mı, dedi ki;

- Kız Nebo ben da sani bindururum terkıma. Zati Koço’ya ben göstardım Zera’yi. İlk evel biz binaruh kız. Binarsın?

- Binarım, binarım İbo. Binar binmaz da sarılırum ben sanın belan.

- İkinci galışında çoh yahın geçti. Bir tüfengım olsa, ela gözündan vururdum o bedluği annasını satem.

- Gerçek vururdun İbo?

- Degenegi attım ama vuramadım itoğlitın Zera'sını… Zera nerdaaa, degenek nerda baba... Getti bayir başşaği, degenektan olduh o katın...

Kızlar yazmalarını yanaklarına çekip, elleriyle ağızlarını hafifçe kapatarak gülüştüler. Koço da içinden bir kahkaha patlattı ama renk vermedi.

Nebahat dedi ki; - Ey olmiş ta vuramamişın İbo, oh canıma degsın.

- Niya kız?

- Ey vuraydın da, gala da sizi kapaydı na edarduh biz İbocan!..

Son cümleyi, gözleri Mahiten’de yazmasına el atıp ileri geri oynatırken söyledi. Saç bölüğünün sağ perçemi daha bir belirginleşti sanki. Nebo öþyle bir bakış baktı ki İbo’ya… İçliydi, yumuşaktı, deliciydi, yakıcıydı. “Seni seviyorum İbo” demenin bir başka şekliydi. Dille söylese böyle etkili olmazdı. İbo gevşemişti... Neredeyse düşüyordu oturduğu taştan. Diğerleri gruptan kopmuştu.

- “İboooooooooooo”dedi yine Nebahat. “Tanalar, tanalar nerda İbo?”

Telaşla kalktılar. Yamaçta çizgiler halinde uzayan toprak keçi yolları vardı. İzlere bakılırsa o yollardan gitmiştiler. Takip etti, kolayca buldular. Hafif düz bir kuytuda otluyorlardı. Bir arada ve tamamdılar.

Sis hala çok yoğun, hava yumuşak ama güvensizdi.

...

Ertesi gün sisin yoğunluğu biraz azaldı. Dört morbet danaları aynı yere getirdi, aynı taşlara oturdular. Konu yine Zera. Koço bu sefer Cafer Emi’nin “Üç Oğlan ve Üç Kız Kardeş” hikâyesini daha uzun anlattı. Hızarcıya nazar, arada bir soluklanıp “efendimmm; uzatmiyalım sözi, bezdurmiyalım sizi” diyerek anlatımına coşku kattı. Hatta, “eveeeeet, söyla bahem Mahiten nerada kalmiştuh” deyip, ilgi yoklaması yapmayı da ihmal etmedi.

Sis biraz aralanınca az aşağıdaki köknar ağaçlarının tepeleri göründü. Açıklıklar giderek arttı. Yukarıda Kesiktaş’ın ve karşıda kojorun başı da açılmıştı. Açıklıklar çoğaldı, yer-yer görünen küçük sis öbekleri de geçip gidince, ortalık öğlen güneşi altında serince bir aydınlığa kaldı.

Koço dedi ki; - Acıhtım.

Koro halinde dediler ki; - Biz daaaa…

Oturdu düz bir taşın üstüne, sabah pilekisinden çıkmış çadi ve gorcolo (13) kenarından yeni koparılmış taze peynir sardıkları mendillerini açtılar…

İbo'nun gözü sağ taraflarında, az ilerideki küçücük derede akan suya ilişti. Daha bir lokma bile almamıştı ağzına... Gitti birkaç taş alıp, topu-topu bir kalem inceliğinde akıp giden dereciğin, -ondan beklenmeyecek kadar derin ama yine de küçük- vadisinde yan-yana dizdi. Sonra köknarların kuzey gövdelerinden biraz yosun topladı. Onları araya koyup üstüne biraz çamur, sonra bir sıra daha taş dizdi. Kalın bir daldan sarkan kabuk gözüne ilişti. Koparıp ince ağzını bıçağıyla düzelterek oluk yaptı. Son taşları dizmeden önce, kabuğun kalın başını baraj savağının tam ortasına koyup üstüne yassı bir taş yerleştirdi. Oluğun iki yanını yosunlu çamurla iyice besledi. Üstüne diğer taşları dizdi. Eline biraz çamuru çok yosunu az karışım alıp, küçük göle soktu ve taş diplerini iyice sıvadı. Baraj artık su tutabilirdi. Su gittikçe yükseldi ve oluktan akmaya başladı. Nebo, İbo’yu hayranlıkla izledi. Okursa kesin mühendis olurdu bu İbo. O da mühendis karısı.

Hala sıcaklığını koruyan mısır ekmeği ile taze peyniri iştahla yediler. (Doğrusu şiddetle acıkmış olmak bir yana, o yamaçta o peynirle o mısır ekmeği her zaman dayanılmaz lezzettedir ve keyifle yenir.)

İbo’nun barajındaki oluktan akan su pırıl-pırıl oldu. Bir de soğuktu ki, akarına bir dakika bile parmak tutamazsınız. Eğildi, sağ ellerini oluğun altına uzatıp avuç göletlerinden kana-kana sularını da içtiler. (Böylesine naif, böyle içten ve doğal sevgilerde yaşamak… Güzel şey… Vallahi güzel şey be kardeşim.)

...

Aniden dehşet bir gürültü koptu. Kesan Tepesi’nden fırlayan alamet, düz ve yükselen bir uçuşla geldi, Kesiktaş’ın başını sıyırıp gözden kayboldu. Korktular. Ne olduğunu anlamaya bile zamanları olmadı. Kızlar, bir Kayın ağacının dibinde saklanmış, yazmalarını iyice yüzlerine indirip birbirine sokulmuştular.

- “Kız Mahi, bu nayidi allaise?” dedi Nebahat...
- Na bilem Nebo… Ben altıma kaçurdum allahalem ki.
- Kız sus… Tuyallar da rezil oluruh. Herhal ki ben de ela.
- Nayidi bu? Bu nasıl bir zebellağidi ya rebbiii!

Koço ile İbo’da korkmuştu. Şaşkındılar. Bu kadar yakından, bu kadar büyük bağırtıyla geçen bir Zera olamazdı. Kesiktaş’ın tepesinden geçerken son anda, kuyruğunu görebilmişti Koço. Yine oydu. Demek böyle böğürtüsü de vardı. İbo değneğine yaslanmış, öylece kalakalmıştı.

- Ola İbo, bu alamet olmasın ki Şavket’ın yaylasına ensın! Bela tikına geçanda istikamet yayladur daha!..

- Hay yoluni si… ben bunun. Enmasın bi’yera baba... Na Rabat’ın yaylasına ensın na Şavket’ın. Karayola getsın da galmasın… Yüregımi patlatti anassıni satem ço...

- “İbo, ola altan kaçurmiş olmiyasın bişe san!” dedi, geçti dalgasını Koço.

- İbo değneği dikleyip “san gendan bah, apiş aran az bişem islanmiş ama nadur bilmam” dedi Koçoya ve “Ola kızlar nerda, kızlar?” diye de ekledi. O an ikinci gürültü Yastana tarafındaki ormanlık alandan koptu. Köknar ormanının üstünden yükselen heybetliyi tam karşılarında görünce, iki yiğit de kendini üç adımda Kayın ağacının dibinde buldular. Kızlarla burun-buruna gelince, hem sevindi hem tedirgin oldular. İyice kayanın dibine ve birbirlerine sokuldular. Böğürtü geçip gidince ani hareketle toparlandılar. Koço’yla İbo derhal kenara adım atıp başladılar sövüp saymaya. Korkuyu bastırmak gerekti… Kızlara rezil olmanın alemi yoktu.

- “Koçoooo” dedi diye bağırdı Mahiten… “Hayde topliyah tanalari da kaçah burdan… Yutacah bizi bu zebellah…”

İbo yine kaldırdı değneğini göğe bakıp sallıyor…

- Bu degenegi göriyersın a bu degenegi! Hayde gal bir daha da göstarem sana günun.

Nebahat çıktı kuytudan, gitti itti İbo’yu… Kahramanlık taslamanın hiç âlemi yoktu.

- Heç koçahlanma İbo ki o degenegin güci tanalara yetar. Bah bir daha galursa ben karişmam. Bizi entarilar kurtariyer da, sizi bilmam artuh.

İbo bozuldu, kızdı biraz da Nebo’ya… Ne diyeceğini bilemedi. Mahiten fark etti, girdi lafa ikisinin de egosunu okşadı;

- Hecillanma İbocan… Biz biluruh sizin igitluğuzi. Ama igitluh başha, bu iş başha. Hayden ki bu alamet Zera-mera değil… Ben canımi Kesüktaş’ta bulmadım.

Önde danalar, arkalarında Nebahat, İbo, Mahiten ve Koço yamaçta tek sıra halinde yaylanın yolunu tuttular. Hiç konuşmadılar.

...

Derenin üst başındaki kayaların arasından geçiyorlardı. O dehşet gürültüyü tekrar duymaları ile tepelerinde belirmesi bir oldu. Zera o kadar yakın geçmişti ki, İbo’nun kirpi misali dimdik duran saçları, şaşkın ve korkulu bir nefretle, ahenksizce savrulup yana yatmıştı. Komik görünüyordu… En çok Nebahat’ın gülmesi gerekiyordu ama kimsenin hali yoktu.

Koço karar verdi, “bu Zera yera enacah arhadeş” dedi.

“Enacah” dedi İbo… Kızlar koro halinde “enacah soyinacah” dediler.

Durum danaların umurunda değildi. Yamaç boyunca sürüp giden ize dizildi, tez adımlarla yürüyüp gittiler.

Zera itlaf ekibi, Topatan Yolu’nın geçtiği sırta kadar durmamaca koştular. O alamete açık alanda yakalanmaları halinde hiç şansları yoktu. Sırtın öbür yamacında yayılmış otlayan nahırda hiç olağanüstü bir hal yoktu. Maral ile Comart kalabalıktan biraz ayrı ve yine baş başaydılar. Ovanın gök kubbesinde tek bir bulut yoktu. Zera yoktu. İki yuvarlak taş arasına oturup beklemeye karar verdiler.

Danalar yaylalara girmek üzereydi. (WhatsApp’tan annelerine haber vereceklerdi ama…. Hah, çok komik. 1971’de olduklarını yine unutmuşlardı.)

Koço’nun cebinde iki furuç, İbo’nunkinde Poşa Mikail Usta işi, sapı manda boynuzundan bir çakı, Mahiten’in etek cebinde sıkılıp boynundan çıkardığı hamayli, Nebahat’ın hırkasının cebinde vasati kırk çöpten ikisi kalmış kibrit kutusu vardı. Büyük Zera, büyük bir gürültüyle -ama bu sefer hiç ihtimal vermedikleri anda- tepelerinde bitiverdi. İbo, Zera bir daha gelirse “koşunun tam ortasına enduracam hazır olsun” diye ince başını yere saplayıp dik durdurduğu değneğini bir an havada gördü. O kadar yakın geçmişti ki değneğin ucuna değip onu da uçurmuştu yani! Çimlere yapışmışlardı. Üstlerinde ne varsa rüzgâr aldı, sandılar. Çıplağız sandı, kendi kendine utandı, bir süre ayağa kalkamadılar.

On-onbeş saniye sonra canavarın sesi uzaklaşınca; üstlerini elleriyle yoklayıp, giysilerinin duruyor olduğuna sevinerek ve göz ucuyla diğerlerini kontrol ederek yavaşça ayağa kalktılar. Büyük Zera vadinin karşı yamacına doğru uçuyordu. Vadideki herkes, başını kaldırmış Büyük Zera’ya bakıyordu.

Uçağın kuyruğundan, ince uzun bir bez açıldı… Üstünde şöyle yazıyordu:

“Merakınız hiç bitmesin çocuklar.”

Oracıkta çakılıp kaldılar!.. Teğmen Pilot Cemal, bezin ipini bırakınca bir ağırlık bezi aşağı doğru çekmeye başladı. Uçak karşı yamacın sırtından aştı, kaybolup gitti. Bez dikey bir süzülüşle yere indi. Çocuklar bezin düştüğü yere koşmaya başladılar. Arkalarından Çoban Kadir... Arkalarından Maral ile Comart... Ne çocuklar, ne diğerleri bu kadar uzun bir mesafeyi bu kadar yorulmadan ve durmadan koşmamıştılar. Rüzgâr bile hepsinin arkasına takılmış, karşı yamaca doğru esiyordu. Önce Çoban Kadir vazgeçti. Takatten kesilmişti. Sonra Maral ile Comart...

İbo, Koço, Mahiten ve Nebahat hiç durmadılar. Karşı yamaçta birer tavuk kadar kaldı, ama sonunda bezin düştüğü sırta vardılar.

Yerde, küçük gömülü taşların seviyesinde yüksek otlardan oluşan kortta (çim alanda), ağzı kendir ipiyle sıkıca bağlanmış bir torba vardı. Nefes nefeseydi çocuklar. Yorgunluk ve heyecandan küçük göğüsleri hızla kalkıp iniyordu. Dinlenmeyi düşünmediler bile. Zamanı mıydı şimdi!..

Torbanın ipini alelacele ama asla zarar vermeyecek dikkatle ve özenle çözdüler. Çizmeler göründü. İkisi kırmızı ikisi siyah, dört çift çizme... İşte bu inanılır gibi değildi... Şimdi onlar için dünyada sadece bu an vardı, sadece bu an. Pırıl-pırıl parlayan çizmeleri giymeyi düşünemediler... Kaldırıp yanaklarına sürdüler. Gerçekten tarif edilemez bir an…

Torbaya bir daha ellerini daldırınca, ferman rulosu şeklinde sarılmış kahverengi bir kağıt ve saten kurdeleyle bağlanmış, üzeri fiyonk düğümlü dört küçük kutucuk buldular. Önce kutuları açtılar… İki kutuda, minik uçaklar şeklinde gümüş küpeler vardı. Nebahat’la Mahiten, sevinçten öleceğiz sandılar… Diğer iki kutuda gümüşten zincirli künyeler... Önünde röliyef bir Atatürk portresi, arkasında kabartma “İstikbal Göklerdedir” yazısı… Sahara, Sahara olalı böylesine şaşırtıcı bir mutluluğa yayla olmamıştı. Künyeler de Koço ve İbo içindi elbet. Acele kraft kağıttan rulonun ipini açtılar… Mini lastik ile deste yapılmış dört dolma kalem… Sanki mücevher… İnanılır gibi değildi. Koptular, oturup hep birlikte bir güzel ağladılar.

Kalemleri saran kahverengi kağıtta, mürekkebi lacivert-mavi bir dolma kalemden çıkmış güzel bir el yazısıyla şöyle yazıyordu:

“Sevgili Çocuklar, Gördüğünüz bir keşif uçağıydı. Sınır boyunca gözlem yapıyordum. O taşı biliyorum. Kesiktaş. Tepesinde Koço ile İbo'yu gördükten sonra bu taraflara sadece sizin için geldim. Nasıl çıktınız oraya, doğrusu şaşırmıştım. İbo’nun baraj gölü ve çeşmesi yukarıdan çok güzel görünüyor. Mahiten ve Nebahat, yazmalarınız ve ortadan bölüklü saç perçemlerinizle ne kadar da şekersiniz kızlar!.. Size hediyeler hazırlamıştım. O bayırda, kayaların arasında ulaştıramadım. Ancak şimdi atabildim. Biliyorum korktunuz biraz... Büyük Zera, sizden özür diliyor.

Torbanın içindeki küçük defterleri buldunuz mu? Orada bir hokka da dolma kalem mürekkebi var. Hadi şimdi… Tam sırası çocuklar... Şu anda kalemlerinize mürekkep çekin. İlk sayfaya bu günün tarihini atın sonra yaşadıklarınızı yazın.

Siz çok güzelsiniz.
Sizler bu güzel ülkenin aydınlık yüzü ve özgür geleceğisiniz.
Bunu ve beni unutmayın olur mu!“
Teğmen Pilot Cemal.


...

Mahiten’in annesi dedi ki?
- Kız nerda buldun bu cizmay soyinacah?
- Ana Zera atti.

Nebahat’ın annesi dedi ki?
- Kız nerda buldun bu cizmay soyinacah?
- Ana Zera atti.

Koço’nun annesi dedi ki?
- Adan ölem oğulcan, bu cizmalar nerdan sana?
- Ana Zera atti.

İbo’nun annesi dedi ki?
- Adan ölem oğulcan, bu cizmalar nerdan sana?
- Ana Zera atti.

Kızların kolunda birer çimdik, oğlanların ensesinde birer anne şaplağı… (Yayla kadınlarının elinde terlik olmuyor!..)

...

Akşam vaktiydi. Sağım ve makineden süt geçirme zamanı. Kız ve erkek morbetler (14) kol başına...

Çizmelerin hesabı ertelendi.

Sözlükçe Dipnotlar: 1. Pikâl: Plaka halinde, yassı. 2. Şaşorti: Yayla kadını. 3. Kuntlamak: Süt danaları, kuzular ve keçi yavrularının dört ayak üstünde zıplamasına denir. 4. Çiçkar: Bir ayağı tekerlekli, kilitlenebilen ızgaralı ahşap kapı 5. Koteta: Kısa kesilmiş tomruk parçasından oturak. 6. Sütlük: Yaylaların genellikle arkada en serin yerindeki ambar kısmı. 7. Peşhun: Yuvarlak, ahşap yer sofrası. 8. Pileki: Kilden yapılmış pişirme tepsileri. 9. Pağaça: 50-60 cm çapında yuvarlak ve yassı buğday ekmeği. 10. Kömzek: Ahır ve ağıllarda atık malzemenin dışarı aktarıldığı küçük delik. 11. Harmutlama: Su ılıştırma. 12. Kodluh: Tencereden biraz büyük kazandan küçük metal kap. 13. Gorcolo: Torba içindeki peynirin üstüne konan taşla suyu süzdürülüp kurutularak, tekerlek şekline getirilmiş hali. 14. Morbet: Yayla annelerinin 8-13 yaşları arasındaki çocuk yardımcıları. (Daha çok erkek çocukların morbet seçilmesi adettendi. Ailenin o yaşlarda erkek çocuğu yoksa yaylaya anneyle kızlar çıkardı... Kız çocuk ta yoksa, o aileye komşunun erkek çocuğu morbetlik yapardı.)

Cüneyt Özyer
Yerel Hikâyeler
Temmuz 2009, Bahçelievler-Ankara



< ÖNCEKİ | KURUCUYA DÖN | SONRAKİ >



Bİ' DAVET YAPIN




Temas

Görsel İletişim Tasarımı, Pazarlama İletişimi, Siyasal İletişim, Markalaştırma, Yaratıcı Yazarlık alanlarında elli yıllık deneyime sahip Üstat Cüneyt Özyer'den bir konferans almayı veya bir etkinliğinize katılmasını düşünürseniz aşağıdaki formu doldurup gönder butonuna dokunmanız yeterli. Size çok kısa sürede cevap verecektir.



Gidiyor...
Mesajınızı aldık. Teşekkür ederiz. Size en geç iki iş günü içinde cevap vereceğiz.

Bize aşağıdaki telefon veya e-posta adresimizden de ulaşabilirisiniz. Bi' kahve içmeye her zaman bekleriz.

Ahmet Taner Kışlalı Mahallesi,
Başkent Güvengir Küme Evleri
2908. Sokak No: 30
Çayyolu - Ankara / Türkiye

Gsm: 0 (532) 332 37 80
e-posta: info@grafikevi.com.tr