YEREL HİKÂYELER| CÜNEYT ÖZYER
Köprü
- Dedemin sakalından çok bir aksiyon hikâyesidir.


Kuzeyden girerdi köye... Küçük bir dereydi diyemem, çünkü yatağındaki dev kayaları açıklamak zor olur o zaman. Bir keresinde on çocuk el ele tutuşup o kayalardan birinin çevresini sarmış, sonra bırakmadan kollar açık tek sıra yan-yana dizilmiştik te Nuri Ağabey hüküm vermişti: “Ola birızın eldan ela iki kol uzunluği bir metro olsa, on metro edar." Hani büyüklüğü hakkında fikriniz olsun. Yine de küçük bir dereydi. Taş bentleri, tahta döşemeli tabanı, beşik çatısı, oyma işlemeli ahşaptan cephe ve kenar gölgelikleri ile güzelliği dillere destan köprümüzün altından geçer, yatağına daha bir yayılarak akar giderdi.

Deremiz Çoruh’un ana kollarından biri; köprümüz köyümüzün gözbebeği, kültür varlığımızdı. Adımızı bile ondan almıştık. “Köprülü Köyü.” Okul karşıdaydı ve ben okul günlerinde en az iki kez geçmek zorundaydım. Karşıdaki çocukların bizim tarafta işi yoktu. Göle çimmeye geldiklerinde üstünden çivileme atlamaları da olmasa, köprümüze ayak bastıkları da yoktu.

Celal Amca yaz-kış avludaki tomruğun kalın ve yola yakın başında oturur; özellikle okul dönüşümüzde, ama istisnasız her seferinde bana aynı cümleyle sataşırdı.

- Ola deden sakalıni köpriya kapturmiş. Gedıp kurtarsana itoğlit.

Bu sözü ilk duyduğumda, inanmamış ama çok içerlemiştim. Her duyuşumda ihtimal vermeye-vermeye köprüye koşar, dedemi köprüde görmeyince rahatlar ama yine de göz ucuyla taban tahtaları arasında sakal teli arardım.

Celal Amca’nın bu tevatür sataşmaları bir yana, benim köprümle başka tür bir ilişkim vardı. Her bahar, üstümde güneşin içimi ısıtan iyimserliği, gider kemerinin en sırt noktasında otururdum. Trabzanı ile taban kirişi arasında “x” işareti yapan korkulukların alt üçgeninden bacaklarımı sarkıtır, başımı üst üçgenden uzatıp çapraz germelere omuzlarımı dayar, dereye bakardım. Suyun kayacıklar arasından aynı saydam süzülüşlerle geçişini, küçük çarpmalarla oluşan beyaz köpüklü sıçramaları, dairesel dönüşlere kapılıp -telaşlı ama dans eder gibi zarif bir ivedilikle- sürüklenen şeffaf kubbemsi kabarcıkları seyreder, akış şırıltılarının büyüsüne kapılır, saatlerce kalırdım.

Yıl 1965 (belki de 66). Haziran sonu. Cumartesi. Bir-bir buçuk saat kadar bir yağmur yağdı, bir yağmur yağdı ki anlatılmaz. Babam bile şaşırdı. “Gög çirıldi her hal” dedi. Dedem bilgeliğe vurdu işi. O ne yağmurlar görmüştü. Annem ambardan eve altı adımda ulaştı ama sırılsıklam olmuştu. Babam yapıştırdı lafı, geçti dalgasını…

- Çaya mi düştun allaisen Efruz Hanım!.. Çoçlanmişın bişe.

Dedem biraz kızgınca baktı babamın gözüne. Annem mahçuplandı, içeri çekildi.

Babam küçük puslu cama burnunu dayamış, "Hay ceddini bilmam na ettuğum… Endurdun da, endurdun kurban olduğum ya rebbiii… Aşindi na tapul kalmiştur çayirda, na pulul. Karaldi getti ot ço" diye, dedem duymayacak kadar alçak sesle söyleniyor ve yağmuru seyrediyordu. Has ot. Belli ki biçerken "öküzlerim yiyecek bunları" diye geçirmişti aklından. Öküzleri bir yana, dünya bir yanaydı. Yağmur bir dursa, soluğu otların yanında alacaktı. Bir adım geri durmazdı işinden. Önünde duran bir iş olursa, deli olurdu. Dedemin bundan zerre kuşkusu yoktu. Babamı öyle yetiştiren oydu.

Yani yağış, öyle bir yağış işte... Biraz şiddeti azalınca, anında toz oldu babam.

Yağmur durdu. Sanki dev bir süpürge süpürdü de, bulutlar, potoraların arkasına süzülüp kayboldu. Bir anda berrak masmavi bir gökyüzü ve pırıl-pırıl güneş. Karadeniz’de bir doğa şölenidir bu… Başka yerde göremezsiniz.

Köyümde iki şeye, hiç doymamışımdır… Hiç. Bir; yağmurlar sonrasındaki gök mavisine... İki; sel başı seyretmeye.

Soluğu köprümde almıştım yine. Yine kemerin en sırt noktasında oturdum. Yine alt üçgenden ayaklarımı aşağı sarkıtıp, üst üçgenden başımı soktum. O deli sel başını önce ben görecektim.

Şimdi coşar benim derem. Koca-koca kayaları alır içine yine… Yine birbirine vura-vura geçirir köprümüzün altından. Yusufelli Kadem ve Cevri Ustaların Selçuklu atalarıyla yarışırcasına yaptığı, güzelliği yıllarca nazarlara gelmemiş, çürümemiş, yıkılmamış köprümüzün… Yatağının geniş bir yerinde bırakır kenara, kendi Batum’a kadar gider.

Beklediğim uğultu ve kütürdemeler gecikmedi. Ama bu sefer sesler bir hayli yüksekti gibiydi... Yaklaştıkça ürperdim. Tuhaf bir şey, ilk kez korktum. Daha güvenli bir izleme pozisyonu almak için başımı üçgenden çıkarıp ayağa kalktım. Tam dirseklerimi trabzana dayayacakken sağımda, Sara Nine’nin evinin üstündeki patikada, köprüye doğru koşan bir karartı gördüm. Önüme dönünce baktım ki elli metre yukarıda üstümüze çamurdan bir kıyamet geliyor. İçinde ağaçlar, katlana-yuvarlana sürükleniyor… Suyun yüksekliği iki-ikibuçuk metre kadar var... Durum hiç seyirlik değil... Dokuz yaşın çevikliği... İki saniyede yirmi adım ve sonra bir kaleci uçuşu… Sanırım babamla, ben havada iken buluştuk. Kollarım boynunda, taş bentlerden patikadaki kaya ovuğuna kadar beraber yuvarlandık. Birkaç tur sonra göğsünde kaybolmuştum. Titriyordum.

Selin köprünün üst kenarına değdiği andaki patlama bir dehşetti. Korkunç uğultular ve taş kütürtüleri vızıltı gelir... O korkuyu yaşarken yersiz bir gülümsemeyle içimden dedim ki; "Ahpunlukaya'ya atom bombası düştü galiba".

Patika son virajda, büyük kaya oyularak köprüye bağlanmıştı. Oyuğun en kuytu ve en güvenli yerindeydik. Başımda babamın eli, yerinden fırlamış gözlerimin önündeki dar kadrajda, çamurdan bir derya üstünde havada uçuşan tahta parçaları geçiyordu. Mansurat Suyu art-arda dehşetli çatırtılarla köprümüzü herc-ü merc ediyordu. Havada gördüğüm son parça, muhteşem oymalarla süslü giriş cephesi gölgeliği idi.

Çamurlu su bizi kovuğunda saklayan kayanın üstünden atıyor, patikanın eğimli kenarından yatağını doldurmuş deli sele karışıyordu. Zaman-zaman azalıyor, sonra ani ve büyük bir dalgayla çoğalıyor, dökülüp gidiyordu. Ayağım ıslandı. Yalpalı minik dalgalar Trabzon lastiği ayakkabımın yırtığından girip çorapsız parmaklarımla buluşuyordu. Büzüşmüş, bedenimi adeta babamın gövdesine gömmüştüm. Dizimden tuttu, karın boşluğuma çeker gibi yaptı. Dizim zaten oradaydı. “Korkma oğlum” dedi, “Bu kaya koruyacak bizi… Su vurdukça kayamızın üstünden atacak. Eğim de var… Dolmaz buraya su. Korkma” dedi.

Köprüm yoktu artık. Patikaları kendine bağlayan taş bentlerin yarısı da yok olmuştu.

Burun düzlüğünde bir kalabalık toplanmıştı. Kayaların arasındaki küçük delikten görüyorduk. Ablalarım, Dedem, İskender Amca, Sara Nine, Beç Ahmet Amca, Süsem Teyze, Şamaze, İsmail. Hepsi orada… Annem yoktu. Şaşırmış, üzülmüştüm. Annem niye koktu ki?

Önce çığlığını duydum. Kalabalığa doğru deli gibi koşuyordu annem. Dedem tutmasa yaracak kalabalığı, kendini sele atacak… Ya bulup çıkarırdı bizi, ya kendi de gelirdi yanımıza. O bizi yalnız vermezdi sele. Yoksa kendisi olamazdı. Dedem gücüyle mi durduruyordu sanırsınız! Hiç kusur etmemişti saygısında. Yine etmedi. Pes etmiş gibi, yenilmiş gibi yapıp sakinleştiği kısacık anlarda bile sele kapıldığımızı asla kabul etmemiştir, eminim. Aklımdan bu cümle geçerken olanca gücümle bağırdım… Ben bağırdım, babam bağırdı. Babam ve ben birlikte bağırdık. “Buradayız” dedik. Dedik ama sesimiz oyuktan öteye geçmedi. Derenin gürültüsü bastırıyordu.

İçerlemiştim. Neredeyse ağlayacaktım. Babam da etkilenmişti. Beni hala saran kollarını kasıp gevşetmesinden hissettim. O küçük delikten annemi tekrar gördüm. Beter çırpınıyordu. Bütün nefesimi toplayıp ciğerlerimi yırtarcasına bir daha bağırdım… “Aaaaanneeeee…” Bu sefer duymuştu. O’nu kimse durduramazdı artık. Dedem fark etti… Ayağı takılmış ta yere düşecekmiş gibi yaptı, önünden çekilip anneme yol verdi.

Sel, burundaki kayanın bir metre solundan geçiyordu. Yamaca doğru koştu. Kayanın hemen üstündeki yamaçta genç bir Pelit Ağacı vardı. Birden eğildi Pelit. O küçük oyuktan annemin yüzünü gördüm. Bir eliyle ağaçtan tutup asılarak, başını elli santim yakından geçen sel sularına değecek kadar uzatmış, olacağımızı tahmin ettiği yerde bizi görmeye çalışıyordu. Yüreğindeki inancı gözlerine doğrulatma çabasındaydı. Ben bağırdım… “Annneeemmmmmmm” dedim… Annem bağırdı… “Oğlummmmmmmmm” dedi. Babam iyice gevşetti kollarını, yüzüme baktı, göz-göze geldik… İlk kez, birer damla yaş gördüm babamın gözlerinde. Onurlu, gururlu iki damla…

“Efruuuuuuuzzzz.” diye bağırdı amcam. Ses üstümüzdeki ormandan geliyordu. “Yukarı çık kıııızzz” dedi. Her zaman yöntemsel düşünen adamdı. Babamın köprüye koştuğu anlarda o da mereğe koşmuş, bulduğu bütün halatları birbirine bağlayıp iki ayrı kement yaparak, kayanın üstündeki ormana çıkmıştı. Bir kurtarma operasyonu planlamıştı ve artık uygulama zamanıydı. Kovuğuna sığındığımız kayanın üstünden atan suyun azalacağı yoktu. Eğilen Pelit önce yavaşça, sonra aniden dimdik oldu. Annemle amcamın bizi kurtarma operasyonu başlamıştı.

Çift katlı bir halat düştü kayanın üstünden. Düşerken açılan halkanın ucu akıntıya kapıldı.

Yine amcamın sesi...

- "Ahmeeeet, iplari ayır birbirindan, birini belından birini koltuk altlarından bağla oğlana” dedi.

Babamın iplere ulaşması için en azından sırtı kovuğun tavanına değene kadar ayağa kalkması gerekiyordu. Artık korkumu yenmiştim. İleri doğru sürünüp serbest bıraktım. Elleri ve dizleri üstünde ilerledi. Tam ipin altına geldi doğrulacaktı ki, bir çalı takıldı ipe ve elini sıyırıp geçti. İkinci hamlede ipi tuttu babam. Geri geri çekildi, ipleri belime ve koltuk altlarıma bağladı.

- Tamam mı Ahmet, aldın mı ipi, bağladın mı oğlana?
- "Aldım tada, bağladım, tamamdur” dedi babam.

Ne yapmak istediklerini anlamıştım. Şimdi suya atlamamı isteyecekti babam. O bunu bana nasıl söyleyeceğini hesaplamaya çalışırken, ben balıklama dalış pozisyonu almıştım bile.

-“Hayde benim aslan oğlum, atla suya…”

Cümlesini bitirmesini beklemedim, atladım sele. İpler gerildi ve bir çeyrek çember hareketiyle kendimi keskin dönüşteki burunda buldum. Sel beni, iplerin bağlı olduğu köknar ağaçlarına 180 derece doğrultuda burundaki düzlüğe fırlatmıştı. Amcam ince hesap yapmış, düzlüğe uzanan eksen üzerinde arka-arkaya hizalı köknar ağaçlarından yukarıdakine kedisinin bağladığı, on metre kadar aşağıdakine anneme bağlattığı ipleri birleştirerek bize atmıştı. Belli ki, tek ip ya koparsa diye düşünmüştü. Teknik adamdı vesselam.

Dedem, ablalarım ve oradakiler çığlık-çığlığa aldılar beni. Annem ipin bağlı olduğu yamaçtaki Köknarın dibinden sanki üç adımda ve üç saniyede geldi yanımıza. Öyle bir sarılış sarıldı ki... Dünya durur. Hayat durur. Tek o temas, o hıçkırıklardan oluşur evren. Annemin kalp atışlarına teslim olmuştum. Tek parçaydık. Üç-beş dakika sonra Dedem ayırdı bizi. Zaten sadece o yapabilirdi bunu. Belimdeki ipi çözdüler.

Amcam aşağıdaki köknarın dibine gelmişti. Topladı ipleri ve babama bağırdı:

- Ahmeeetttt, galiyer ip, yakala olaaaaoooo.

Babam bu sefer kayadan düşerken yakaladı ipleri. Bağladı beline, atladı sele. O da aynı yay hareketiyle düzlükteydi.

Annem o Pelide yakın bir taşa oturmuş ağlıyordu. Amcam da yamaçtan inip yanımıza geldi. Dedem amcamın omzuna dokunup mağrur-mağrur başını salladı iki kez.

Amcam babama sarılıp sırtını sıvazlarken, babamla annem göz-göze geldiler.

O anı hatırlamak; hangi zamanda, hangi yoğunlukta olursam olayım beni kendimden koparmıştır. Her zaman aynı etkiyle ve çok net hissederim. İkisi de o kısacık, o anlık bakışta birbirleri için ifade ettikleri anlamın romanını yazdılar. Ben okudum, hala okurum ve ömrüm oldukça okuyacağım. Keşke ben de yazabilseydim.

Kafile halinde evimize doğru yürürken Sara Nine olan biteni bir türlü kabullenemiyor, o ince zarif bedeni ve tez hareketleriyle ağız dolusu söylenerek ortalıkta koşuşturuyordu. Yol boyu köprünün uğursuzluğuna dair söylediklerine kimsenin kulak vermeyişine içerleyip, kendisini cinlerinden başka kimsenin inanmadığından bahisle, kızıp durdu. Evine inen toprak basamaklardan, -bir peri misali- hızla ve sessizce inerek kayboldu.

On-onbeş dakika sonrasıydı… Evin üst katındaki misafir odamızda, yataktaydım. Annem yorganla omuzlarımı sıkıca kapattı. Eğilip yanağımdan öptü, başımı okşadı ve odadan çıktı. Küçük yuvarlak pencereden, Sara Nine’nin evinin solundaki o düzlüğü görüyordum.

Dedem iki eliyle bastonuna yüklenmiş, bir soru işareti halinde, hareketsiz duruyordu. Bir süre sonra ince bir karartı belirdi yanında. Sara Nine. Ömrümde gördüğüm en zarif kadın. Dedemin en yakınına geldiği anlarda bile, bir metre uzağında, incecik kollarını kızgın hareketlerle sallayarak etrafında dönüp durdu... Bazen ani hareketlerle uzaklaşıyor, sonra aynı hızda geri dönüp, durup, söyleniyordu.

Dedem hala soru işareti şeklinde ve hareketsizdi. Ağlıyordu, biliyorum.

Ben ilk kez gördüm ama, dedem 40 yıldır her bahar o burundan köprümüzü seyredermiş. Sel, 30 yaşlarındayken babaannemi köprüden almış.

“Sakalını köprüye kaptırma” hikâyesi bundan.

Cüneyt Özyer
Yerel Hikâyeler
Nisan 2009, Çayyolu - Ankara



< ÖNCEKİ | KURUCUYA DÖN | SONRAKİ >



Bİ' DAVET YAPIN




Temas

Görsel İletişim Tasarımı, Pazarlama İletişimi, Siyasal İletişim, Markalaştırma, Yaratıcı Yazarlık alanlarında elli yıllık deneyime sahip Üstat Cüneyt Özyer'den bir konferans almayı veya bir etkinliğinize katılmasını düşünürseniz aşağıdaki formu doldurup gönder butonuna dokunmanız yeterli. Size çok kısa sürede cevap verecektir.



Gidiyor...
Mesajınızı aldık. Teşekkür ederiz. Size en geç iki iş günü içinde cevap vereceğiz.

Bize aşağıdaki telefon veya e-posta adresimizden de ulaşabilirisiniz. Bi' kahve içmeye her zaman bekleriz.

Ahmet Taner Kışlalı Mahallesi,
Başkent Güvengir Küme Evleri
2908. Sokak No: 30
Çayyolu - Ankara / Türkiye

Gsm: 0 (532) 332 37 80
e-posta: info@grafikevi.com.tr