KIRIK HİKÂYELER| CÜNEYT ÖZYER
Göl
- Gökhan ile Zeliha'nın Hikâyesi


Buz tutmuş gölün kirli suyu ile ağırlaşan paltosu, iyice çullanmıştı üstüne... Bütün düğmeleri ilikliydi. Kollarını giderek daha zor ve ağır hareketlerle kaldırıp indirerek kıyıya doğru yüzmeye çalışıyordu. Her hamlede gücünün yarısı yok oluyor, o da sanki umudunun yarısından vazgeçiyordu. Gözlerim gözlerindeydi.

En yakındakiler düşme anında kurtarılmıştı. Biraz uzaktakileri, tur otobüsünün sürücüsü ve destek görevlisi suda el-ele tutuşup çekerek iskeleye kadar getirmiş, iskeledekiler de yukarı çekmişti.

En uzaktaki oydu... İskeleye koşarken oralarda bulduğum uzunca dal parçasını almış, sol elimle iskelenin korkuluk demirlerinden tutup göle doğru iyice sarkarak, son bir hamleyle ucundan tutar da yaşama çekerim diye dalı ona uzatmıştım. Gözleri gözlerimdeydi. Aklımı başımdan alırcasına gözlerimde...

Sağ kolunu ağır-ağır ve son olduğu belli bir can havliyle kaldırdı. O an, orada ve yaşıyor oluşumun bütün anlamı, uzattığım dalın ucuna değecek elindeydi. Tutacak diyordum. Tutacaktı. Üç-beş saniye beynimde tekrarlandı durdu o sahne… Ucu suya değdi değecek bir dal. Ağır ve bitkin bir alçalma ile yaklaşan o mosmor el… Dal ve el… Yakın plan… Tutacaktı… Sonra kararıp kaldı sahne. Gözleri gözlerimdeydi biliyorum. Ama ben bakmıyordum. “Bakarsam tutamaz” diye bakmıyordum. Tutsa bilirdim. Güneşli bir Şubat gününün tam ortasında, onca kar beyazı ve onca aydınlık varken, bir tutsa!..

Tutamadı. Tu-ta-ma-dı.

Önce gözleri vazgeçti.

Şöyle diyordu gözleri:

“Elimizden geleni yaptık. Sen elinden geleni yaptın… Ben, ah benim çoktan bitikti gücüm ve kabullenmiştim ölümü... Sen istedin diye, sen uzandın diye kolumu son kez kaldırmaya çalıştım. Tutamasam da dokunurum parmak uçlarımla, hissedersin diyordum. Tutamadım, dokunamadım bile. Ben tutamadım. Teşekkür ederim. Teşekkür. Çok. Gözlerim sende kalsın, beni öyle hatırla... Hoşça kal.”

Dondu gözleri. Yüzünü dibe döndü. Öylece süzüldü ölüme... Avuç içleri yukarı doğru, ölümüne yüzdü delikanlım. Yaşı 19 ancak vardı.

Vurdum suya, kırdım dalı bıraktım. Sağ kolumu kendimden saymıyordum artık. Beni tutup çeken, iskele elimi demirinden koparırcasına ayıranlar kimdi hatırlamıyorum. O kalabalık umurumda değildi. Bir kum çuvalı gibi yığıldım demirlerin dibine... Dizlerimi çenemin altına çektim, başımı dizlerimin arasına soktum. Kollarımı dizlerime sardım ve parmaklarımı birbirine kenetledim. Hiç ses yoktu. Biraz sonra ışık ta yok oldu.

---

Ortalık balçık grisi. Arada bir buzun incelmiş yerlerinden zayıf bir ışık süzülüyor, birkaç yosun isteksiz ve ölgün yansımalarla salınıyordu. İki kenarı keskin ve sivri ucu yukarı doğru kamalar gibi duran dip otları; ışık gelince parlıyor, gidince kararıyor ve giderek çoğalıyorlar. Batmıyor, kesmiyorlar... Soğuk, çok soğuk.

Zeliha’nın sesi geliyor kulağına, ses veriyor Gökhan.

- Buradayım Zeliha. Ama çok soğuk… Üşüyorum.

- Buzun üstüne çıkarken neden tutmadın elimden? Neden beklemedin beni? En önde sendin. En uzakta… Gruptan ayrılıp, tam sana doğru koşacaktım. Kırıldı. Düştük.

- Neredesin Zeliha?

---

“Gökhaaaaaaaannnnnn.” İlk duyduğum ses bu oldu.

Zeliha'ymış...

Buz kırılınca suya düşenlerden iskeleye en yakın olan Zeliha imiş. Sudan ilk çıkarılan da o olmuş. Göl kenarındaki lokantalardan birinde üstüne kuru giysiler giydirip, bir battaniye sararak şöminenin önüne oturtmuşlar. Gökhan için “kurtuldu” demişler. “Ama durumu senden kötüydü. Hastaneye götürdüler” demişler. İnanmamış. Daha fazla tutamamışlar, kopmuş gelmiş iskeleye…

Zeliha’nın sesi, her “Gökhan” deyişinde öncekini yarısından alarak tekrarlıyor ve beynimin bütün vadilerinde birden yankılanıyordu. Başımdaki o sıcak; göğsümden ayaklarıma ulaşıyor, sonra geri başıma kadar yükseliyor, tekrar ayaklarıma iniyordu. Yirmi dakika kadar gözlerimi iki noktaya odaklamış; belden yukarı, bir ileri bir geri sallanıp duruyordum.

Süzülüş yönüne göre Gökhan’ın iskele sol köşesindeki bayrak direğinden bir-iki metre kadar ileride dibe inmesi gerekirdi. Orada buz henüz kırılmamıştı. Direğin iskele tahtalarına sabitlendiği dip kısmı çürümüştü. Ankraj kelepçesi gevşemiş, yarısına kadar geri çıkmış birkaç paslı çivi ile ayakta zor duruyor gibiydi. Ucunda bayrak yoktu. Ani bir hareketle kalkıp direk sırığını yerinden çıkardım. Kalın başıyla, buza vurmaya başladım. Öğlen güneşinin etkisiyle gevşemiş buz darbelere fazla dayanamadı, çatladı. Yakın büyük parçanın üstüne vurmaya devam ettim. Sonra sırığın ince tarafını çevirip küçük parçaları yanlara ittirdim. Suya sokup, daireler çizerek tabanı karıştırmaya başladım.

Süzülüp dibe inişinin tam tersi yönde, o dalı tutamadığı noktaya yakın bir yerden su yüzüne çıktı Gökhan. Yüzü halâ dibe, avuç içleri yukarı dönüktü. Paltosunun düğmeleri ilikli... Daha on dokuz… On dokuz daha.

Sen donmuşsun delikanlım… Dudakların mosmor. Gözlerin bende. Ama sen donmuşsun.

Zeliha burada. Çığlığı dağlarda…
Adın dağlarda, Zeliha’n burada delikanlım.

---

Adnan Bey Göl Cafe’de kahvesini yudumluyordu. “Neredeydin?” diye sordu bana. Karısı Adile, olan-biteni özetledi. “Yazık olmuş” dedi. “Üçü ölmüş gençlerin. Buzun üstüne grup halinde çıkmışlar. 10-12 kişilermiş. Buz kırılmış aniden. Üçü… Yazık”

Cüneyt Özyer
Kırık Hikâyeler

Aralık 2006, Bahçelievler-Ankara



< ÖNCEKİ | KURUCUYA DÖN | SONRAKİ >



Bİ' DAVET YAPIN




Temas

Görsel İletişim Tasarımı, Pazarlama İletişimi, Siyasal İletişim, Markalaştırma, Yaratıcı Yazarlık alanlarında elli yıllık deneyime sahip Üstat Cüneyt Özyer'den bir konferans almayı veya bir etkinliğinize katılmasını düşünürseniz aşağıdaki formu doldurup gönder butonuna dokunmanız yeterli. Size çok kısa sürede cevap verecektir.



Gidiyor...
Mesajınızı aldık. Teşekkür ederiz. Size en geç iki iş günü içinde cevap vereceğiz.

Bize aşağıdaki telefon veya e-posta adresimizden de ulaşabilirisiniz. Bi' kahve içmeye her zaman bekleriz.

Ahmet Taner Kışlalı Mahallesi,
Başkent Güvengir Küme Evleri
2908. Sokak No: 30
Çayyolu - Ankara / Türkiye

Gsm: 0 (532) 332 37 80
e-posta: info@grafikevi.com.tr